img

Yine öylesine sürüklendiğim bir gün. Bir kahve alıp koşturmak için mutfağa girdim. Girdim girmesine ama çıkamadım. Evde el bebek gül bebek büyütülen türünün tek örneği kedim korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Mutfakta camın önünde minik bir masam var, önceleri kendimin dışarıyı izleyebilmek için koyduğu o masa sonraları kedinin kurulup dışarıyı izlediği özel konağı haline gelmişti. Nasıl ele geçirdiğini bile farketmedim. Farketsem de sesimin pek çıkacak hali yoktu hani. Doğal ortamından uzaklaştırdıkça insan bir suçluluk hissediyor. Onun dünyasını, yaşama ortamını alıp yerine betonlar dökünce yaşamından ve duygularından bir mesul hissediyor. Belki ben de o suçluluk hissi ile masayı ona verdim. Ama ilk defa masaya çıkamıyor, korku dolu gözlerle bir bana bir masaya bakıyordu. “Ne oluyor,kızım?” diye sorunca masadan bir karış aşağıdaki sandalyeye zıpladı. Dışarı bakıp sonra bir şey görmüş gibi masanın altına kendini saklayıp sonra tekrar yavaşça gözlerini yukarıyı görebilecek hizaya getirince onu ürküten şeyin ne olduğunu anlayabilmek için cama yürüdüm. Ve gördüm…

Karşıda kentsel dönüşümün tam ortasında yaşamaya alışmış ben karşıda yıkılan apartmanın yenisi yapmak için temel kazmaya çalışan devasal kepçeyi görünce onu korkutanın ne olduğunu anladım. Devasal kolu kalktıkça bizimki aşağı saklanıyor, sonra ne olduğunu anlamak için bana sığınarak yine görmeye çalışıyordu. Dev bir dinazor mu yoksa dev bir kuş mu ayırt edemiyordu. Bir an birkaç ay öncesine döndüm. Ağaçlardan sokağı göremezdim. Araba mı geçiyor sadece sesini belki duyabilirdim. Sanki ormanda yaşıyordum. Sonra yağan iki gıdım karla yıkılan ağaçlardan arta kalanlar da kentsel dönüşüm nedeniyle sökülünce kelaynak türevi kalan iki üç ağaca kalmıştık. O gün yürüdüğüm her yerde dönüşen toprağa ayaklarımın altında katılaşan betona baktım. Başımı kaldırdığımda gri ifadesiz beton duvarlara… İnsanlık da ona dönmüyor muydu? Giderek bedenlerin arkasına saklanan ruhlara? Dokunsan da sıcaklığını hissedemediğin canlılara? Kalabalık ama ifadesiz birbirinin benzeri topluluklara? Doğada olduğumu düşündüm. Toprağı hissetmenin nasıl güven verdiğini? Her ağacın ayrı bir öykü anlattığını… Kimi yaşlı dedelere benzer, geçemediğin yerde ona yaslanırsın tüm ağırlığını senden alır… Ağaçların kimi ise toy, oyuncu çocuklara … Yanından geçerken saçın başın dallarına takılır. Sessizliklerinde sohbet ederler, seni sarmalarlar… Giderek uzaklaşan ağaçların görüntüsü acı verdi. Ağaçlar uzaklaştıkça yerini alan dev gri binalara baktım, konuşmuyorlardı sanki benimle… Hatta duymuyorlardı bile… Ellerinde kurallar vardı, ve senin durumunla ilgilenmeden nasıl hareket edileceğine dair sanki komutlar veriyorlardı… Sonra insanlığın savaşı geldi aklıma… Her şey bir ağaç için… Toprağı korumak isteyenlerle medeniyetin yeniğini getirmek isteyenler… Ağaç kalmadı diye İstanbul’u terk edip küçük köylere yerleşenler? Buldozerlerin önüne yatanlar ormanlarına yol gelmesin biz taşa toprağa tırmanırız diyen nineler… Her şey bir ağaç için mi? Yoksa kökleri tutabilmek için mi? Kökleriyle ruhlarına dokunabilmek için mi? Ağaçların anlattıkları öyküleri hala duyabilmek için mi? Yoksa gri betonların sessizliğine gömülüp ruhlarımızı yitirmemek için mi? Biz de o kedi gibi doğamızdan uzaklaştıkça öyle ürkek mi olucağız? O zaman da kendimize karşı öyle suçlu hissedecek miyiz acaba? Yoksa kendimizi hatırlamak için bile çok mu geç olacak, bir daha uyanamayacağımız bir uykuya dalıp mı gideceğiz… Aklımda deli sorular, binaların gölgesinde güne başladım… Günaydın mı? Yoksa o da mı geç oldu gün aydınlar için?

Yorumlar

Bir Yorum Yaz