img

Malum Kasım geldi çattı. Kışa girerken yazın bir heves yaşayıp tükettiğimiz sıkıştırmış tatiller gibi yaza sıkışmış heveslik aşklarda bitti. Yelkovan geldi Kasım’a çattı. Eh, derler ya hep Kasım’ da aşk başkadır diye… Başka da nasıl başka acaba? Kışın çetin soğukluğu ile sınanacak olduğundan mı? Tüm aksi dış koşullara karşı yaşama savaşı vereceğinden mi? Aşk zor iştir vesselam… Herkesin harcı değildir bence… Aşk, Amerika’ yı keşfetmek için bilmediğin topraklara denizlerde yelken açmaktır. Huzurlu yatağından çıkıp karanlığa adım atmaktır, bakmayın öyle ışıltılı gözüktüğüne… Hepimiz adını dilimize dolarız, ama yaşamaya gelince o iş yaş gelir. Tüm korkularınla, yetersizliklerinle çırılçıplak olabilmeyi, kendi karanlığına dalabilmeyi ve o karanlığa davetsiz bir misafir çağırabilmeyi gerektirir aşk… Herkesten sakladığımız, hatta kendimizden bile sakladığımız yüzümüze davettir. Hem de bu misafir kaybetmekten en korktuğunuz kişi olacaksa düşünün… Hep evde yok olasınız ve erteleyesiniz gelir… Bazen uzaktan sevmeyi, aşığım diyip sadece dillendirmeyi, ara ara rakı sofrasında istediğimiz an kalacak bir meze gibi kalmasını isteriz. Hayat zaten hayallerimizi hep elimizden almaz mı? Kabullenilmiş tahammül ettiğimiz yaşamların arasına gerçekten nefes almayı, canlı olmayı yerleştirirsek tahammül ettiğimiz o topraklar birbir kayar altımızdan. O yüzden bir film gibi uzaktan izlemeyi severiz. Ah, sakın yanlış anlamayın ilişki yaşamak zordur demiyorum, aşk yaşamak zordur diyorum. Biri ruhunuza dokunacaksa hemen artık sanki çok korkunç bir şey görmüş gibi hızla uzaklaşırız. Erkekler belki o yüzden ilişki yaşamaya koşarken, kadınlar duygusal davranınca hızla soğuyorlar. Sormaz mı insan bre adam ilişkiyi yaşamak isteyen sensen duygu niye eksik olmalı diye?

  Bir de hikayenin kasımpatı bölümü var ki o daha beter…. Kasımda açan kasımpatıların öyküsünü duymuş muydunuz? Kasımpatı hüznün, ölümün çiçeğiymiş, aynı zamanda ölümsüz aşkların… Garip değil mi? Buyrun kasımpatıların öyküsü size:

“Kasım ayında birdenbire çıkıveren, bu ani patlamadan ötürü de isminin “Kasımpatı” kaldığını düşündüğüm bu güzel çiçek, hem bir çok hikayeye konu olmuş, hem de zamanla birtakım mistik kavramların simgesi haline gelmiş. Kimi zaman cenaze çiçeği olmuş, kimi zaman ölümsüz aşkı anlatmış, kimi zaman platonik sevdaların kahramanı olmuş. Ama o büyülü güzelliğinin ardında her zaman bir hüzün taşımış, gizliden gizliye bir acı çektiği hüzünlü yapraklarından belliymiş.

Türkiye’de değil ama diğer ülkelerde herhangi bir neşeli kutlama, coşku gerektiren durumlarda gönderilmezmiş bu çiçek, zira kendisine ölüm çiçeği ismi verilmiş, ölümü çağrıştırdığı için de yalnızca cenaze, taziye veya anma törenlerinde kullanılırmış.Bu güzel çiçek de diğerleri gibi bazı mitolojik öykülere konu olmuş, günümüze kadar gelmiş olan 2 adet hikayesi var. Biri aşık bir kadın, diğeri ise umutsuz bir aşkın sahibi bir erkek adına yazılmış. Her ikisi de pek mutlu sonla bitmiyor, demek bu hikayeleri türetenler de bu çiçeğe hüznü daha çok yakıştırmışlar, yazık! Neyse, biz size duyduğumuz kadarıyla hikayeleri anlatalım.

Zamanın birinde Crisan isimli fakir ama gururlu bir köylü genç varmış. Köyün ağasının kızına tutulmuş bu talihsiz genç, yemeden içmeden kesilmiş. Gel zaman git zaman genç kızın dikkatini çekmeyi başarmış, hatta onu kendine aşık bile etmiş. Genç kızı her gün bir bahane bulup görmeye gitmiş, kimi zaman camda, kimi zaman bahçede görmüş, ama hiçbir günü onu görmeden geçirmemiş. Bu durumu fark eden köyün ağası, çok sinirlenmiş ve kızı ile bu fakir delikanlının görüşmelerini engellemiş. Crisan ne yaparsa yapsın bir türlü eve yaklaşamıyor, sevdiği kızı göremiyormuş. Crisan’ın neden gelmediğini bilmeyen genç kız, hasretinden yataklara düşmüş. Genç kızın bu durumuna dayanamayan dadısı, Crisan’ı bulup olan biteni anlatmış. Onu eve sokamayacağını ama eğer isterse ona mesajlarını iletebileceğini söylemiş. Crisan da hemen ormana gidip gördüğü en güzel çiçeği dalından koparmış, ucuna da bir not iliştirmiş: Crisan T’eaime… (Crisan seni seviyor…) ve sevgilisine ölene dek her gün bu notla o çiçeği yollamış. İşte o çiçek krizantemmiş.” ( çiçek sepeti blogdan alınmıştır)

  Kasım’da aşk başka derken sanırım aşkın bu dünyada yaşayacağına dair pek umudumuz yok. Aşkın ölümsüz olması için önce bizlerin ölmeyi göze alabilmesi gerekir. Sahip olduğumuz benliklerin, kurduğumuz yaşamların ölmesine izin verecek kadar cesursak aşklar kışa rağmen ölümsüz kalabilir. Bakın bu konuda aşık olan kişi aşk acısı çektiğinde Patrick Avrane ne diyor: ” ketum ya da konuşkan, tek başına ya da etrafı kalabalık olsun, acıyı yaşayan kimse, afetlerin en büyüğüyle, yani bir aşkın yitirilmesiyle karşı karşıya kaldı mı Kahraman olur. Bu felaketi aşmak kişiyi insanlığa bir adım daha yaklaştırır. “Senden Werther olmaz”, “juliet değilsin” feryadı yükselir yakın çevreden. Böylece acı içindeki kimseyi daha abartılı bir davranıştan korurlar., çünkü istedikleri bir Kahraman değil, bir arkadaş, bir kız kardeş, bir oğuldur. ”

 O yüzden aşk ölüm kalım savaşıdır, her yiğidin harcı değildir aşık olmak. Cennetin yolu kendi cehennemimizden geçebilmekten geçer. Kendi hayatlarınızın kahramanları olmayı gerektirir. Kahramanlıklar ölüm kalım savaşıdır. Kimse sevdiğini ölüme, savaşa göndermek istemez. Eskiden sadece akrabalar, dostlar karşı koyardı aşık olanlara, şimdi kendimiz de kendimizi gönderemez olduk o savaşlara… Aşk yaşayamayacak kadar çok mu sever olduk  kendimizi? Aşk Tanrı’ ya uzanan bir kapıysa kendimizi varoluştan çok mu sever olduk? O yüzden mi ölümden korkar olduk? Aşklardan da  artık uzak durduk, kimbilir… Ben yine de siz siz olun sonradan özlemektense Kasım ayındayken kasımpatılı aşkları kaçırmayın derim.

Yorumlar

Bir Yorum Yaz