img

  Izliyorum… Kendimi, yanımdakini, karşımdakini… Kimi işi ile meşgul, kimi dostuna gülerek bir şeyler anlatıyor, kimi içtiği kahvenin huzurundan bahsediyor. Herkes ne mutlu yaşıyor, trafik, havadan, yaşanmaz sehrin kalabalığından, politikadan bir kaç üstün körü, ağız alışkanlığı şikayet, ama gerisi pehhh… Bitkin, dinlenmek isteyen, sevgilisi istiyor diye yeni açılan alışveriş merkezine giden, istemediği bir filme giren… Gülen, sohbet eden insanları izliyorum. Bazen muzipçe acı ile karışık bir gülüş geliyor ve tam karşılarına geçip “cesaretin var mı?” diye sormak geliyor.

  Ne ağır giyinmişiz, bedenlerimiz bile o kadar kalın değil, duygularımıza giydirdiğimiz maskeler kadar. Taşıyamıyoruz besbelli, ama bir o kadar kabullenmişiz ki, o kadar yorulmuşuz ki, işin kötüsü o kadar vazgeçmişiz ki alice harikalar diyarının beyaz tavşanı gelse önümüze, elimizden tutup çekiştirse bundan yahni sert mi olur diye bakarız. Olanı sürdürürken geride bıraktığımız ruhlarımız, tutundukça dondurduğumuz yaşama sevincimiz ve sonunda baktığımızda kendimizin bile neresinin değişmesi gerektiğini hatırlamadığımız kendiliğimiz. Acırdı eskiden bir yerler, bir şeyler eksilince …. Sıkışmış hissederdik bize ait olmayan bir şekle girince… Şimdi o kadar uyuşmuşuz ki canımız bile acımıyor, tek beklediğimiz ertesi sabah oluyor. Uyanınca unutmak için… Medyada sosyal intihar videoları dönüyor, içimizden biri uyuşmadığı için acı çekiyor, bize veda ediyor … Kimi çalan müziğe bakıyor, kimi “meşhur olmak, ölümden korkuyordu ya ölümsüz olmak için yaptı” diyor. Ama sonuçta tek bir tuşa bakıyor. Ertesi sabah duvarlarımızdan silinmiş uyanıyoruz, sanki hiç bir şey olmamış gibi yaşanan her duygu dünde kalmış gibi aynı çarkta dönmeye devam ediyoruz… Küçük kafesteki tekerleklerde koşan minik hamsterlar gibi .., o yüzden sormak isterdim, tek tek hepinize, hatta kendime “cesaretin var mı? ” diye… “Cesaretin var mı, hem de herkes vazgeçerken, yeniden hissedebilmeye?” diye…

Dip not: “dark city” i izleyenler bilirler, o filmin çıktığı yıllarda bizlere çok uzak bilim kurgu gibi görmüştük. Her gece herkese iğne yapılıp başka hayat ve anılara uyanan, bir önceki günü hatırlamayan ve yeni anılarının hislerini sadece hisseden insanlar vardı. Içlerinden biri iğneye rağmen hala hislerini hatırlayınca işler karışıyordu. Ve finali uzaylıların insan ırkının duygularının nereden geldiğine dair bir araştırma yaptığının açıklanması ile sonlanıyordu. Şimdi “Mehmet Pişkin” in videosunu izledikten sonra bizleri izlemek çok da o noktadan uzak olmadığımızı düşündürdü bana. Başa çıkamadıkça hayatla kendi duygularımızdan kaçan duyarsızlaşan bir toplum olmaya başladık. Katılaştıkça hep derim, ölmeden ölmeye başladık. Ölenler mi yaşama gitti, kalanlar mı yaşamda insan bilemiyor pek bu durumda…

Yorumlar

Bir Yorum Yaz